Oscar 2018 Adaylarına Genel Bir Bakış

Artun Bötke Hakkında

2008 yılında İTÜ Makina Mühendisliği'nden mezun olup mesleğini bu alanda hâlen sürdürmektedir. Fil'm Hafızası, Sinema Terspektif gibi internet sitesi ve dergi mecralarında sinema üzerine çok sayıda düşünsel, eleştirel yazıları ve denemeleri yayınlanmıştır. Bir karalama defteri olarak gördüğü artunbotke.com isimli blog çalışmasında ise farklı konularda yazılarını paylaşmaya devam etmektedir.

Arka Pencere’nin bu ayki (Şubat 2018) sayısında Cem Altınsaray’ın yazdığı üzere, ödülleri/listeleri birer popülizm ürünü veya manasız yarışmalar yerine iyi yapıtların toparlandığı seçkiler olarak görmek, biz sinemaseverler açısından çok daha yararlı. Ödül sezonunun finalini Oscar ile yapmadan önce bu seneki seçkiye hızlıca göz atalım.

Oscar 2018 “En İyi Film” adayları arasında bence geleceğe kalacak iki film bulunuyor. İkisi de birbirinden hayli farklı olduğundan karşılaştırmanın abes olacağı görüşündeyim. Ortak paydaları ise içlerine girmenin biraz çaba gerektirmesi, lakin bu şart sağlandığında eşsiz bir sinema şöleni barındırmaları.

Sade diyaloglar, içten sahneler, güçlü performanslar

Genel olarak beğenilen, şahsen de gösterişli ama vasat birer İtalyan filmi olarak nitelendirdiğim Io sono L’amore (2009) ve A Bigger Splash‘in (2015) yönetmeni Luca Guadagnino bu sefer hedefi on ikiden vuruyor ve bir aşk baladı ortaya çıkarıyor. Call Me By Your Name (2017) öncelikle harika bir senaryoya sahip. Samimi bir roman, deneyimli emektar James Ivory’nin ellerinde incelikle bir aşk ile büyüme hikâyesine dönüşmüş. Aşkın bir birey için en çetin hayat sınavlarından biri olduğu ancak bu kadar masalsı bir atmosferde verilebilir. Filmdeki dünya, sanki günümüzden çok uzaklarda. Herkes çok iyi, yeterince varlıklı, hoşgörülü ve kültürlü. Fakat Ivory ve Guadagnino böyle bir atmosferi sade diyaloglar, içten sahneler ve güçlü performanslarla sahici kılmayı başarıyorlar. En büyük başarıları ise çoğu insanın ya muhteşem ya da berbat bir deneyim olarak gördüğü bir duygunun aslında –üstelik aynı anda- ikisi de olduğunu zarif bir şekilde anlatabilmeleri.

El attığı her türe ve konuya klasik kalıpların dışında yaklaşan Paul Thomas Anderson, Punch Drunk Love‘dan (2002) sonraki ikinci aşk filmi olan Phantom Thread‘de (2017) de alışıldık tarzda bir sevdayı eksenine almıyor. Bir ıssız adam olarak nitelendirebileceğimiz ünlü bir terzinin ve âşık olduğu sıradan bir kadının sevgiye garip yaklaşımlarını büyük bir teknik başarıyla anlatıyor. Filmin zorluğu, çiftin bu garipliğinin finale kadar anlaşılmaması. Fakat bu bilgiye vâkıf olunduğu anda, filmin havada kalan tüm unsurları tek tek yerine oturuyor ve Anderson’un nadir görülen hünerlerine şapka çıkarıyorsunuz. Phantom Thread en hasından klasik bir sinema mücevheri ve Anderson’un sıra dışı filmografisine çok yakışıyor.

Bu iki mini başyapıt dışında, ana kategoride öne çıkan ve kendi içinde başarılı diyebileceğim yegâne eser, Three Billboards Outside Ebbing, Missouri (2017). Hınzır filmler yapan Michael McDonagh’ın ana akıma en çok meyleden filminin belki de tek sorunu fazla serbest olmaması, kendisini yer yer bariz şekilde frenlemesi. Yoksa doludizgin senaryosu, harikulade oyunculukları ve uyumlu müzikleri ile yılın açık ara en iyilerinden.

Çok beğeneni olan Lady Bird (2017) ile The Shape of Water (2017) ise oyunu fazla kurallarla oynadıklarından kan kaybediyorlar. İkisi de kendi içlerinde gayet düzgün, teknik olarak başarılı ve eğlenceli yapımlar. Bilhassa del Toro’nun eserinin teknik özgünlüğü ve buna cesaret edebilmesi alkışlanılası. Greta Gerwig de ilk yönetmenlik deneyimindeki soğukkanlığıyla takdiri hak ediyor. Lakin iki film de fazla tanıdık ve çok güvenli sularda yüzüyorlar. Hele iki yönetmenin de bundan daha fazlasını yapabileceklerini biliyorken…

Dunkirk (2017) takdir edilesi bir yönetmenlik başarısı. Nolan’ın artık zor bulunan epik film rejisindeki muazzam başarısı görmezden gelinemez. Keza harikulade görüntüleri, Hans Zimmer’ın yenilikçi müzikleri ve dinamik kurgusu da. Lakin tüm bunlar eserdeki dramatik eksikliği ve propagandaya kayan milliyetçi söylemi örtemiyor.

I, Tonya (2017) klasik şablonları kullanmayan ve gerçeklerden ziyade karakterlerinin ruhsal durumlarını önemseyen bir biyografi. Elindeki malzemeyi iyi kullanarak kendine özgü bir anlatı yakalamayı başarıyor. Üstelik bunu didaktikleşmeden sosyal gözlem yapmak için kullanıyor. Lakin yapım, bu meziyetlerine rağmen akılda kalıcı ve sıra dışı bir spor-biyografi filmi olmasının ötesine geçemiyor da. Sanki yönetmen Craig Gillespie kapasitesini bilerek filmini ona göre tasarlamış, ki bence bu da önemli bir meziyet.

Amerikalılar dışında tüm dünya bunda hemfikir

Get Out (2017) oldukça başarılı bir korku filmi kuşkusuz. İlk deneyiminde Jordan Peele, ırkçılık konusunda toplumun ikiyüzlülüğünü çok iyi saptayan bir senaryo ile mühim bir tür sineması örneğine imza atıyor. Trump’ın seçilmesinin hemen ardından gösterime girmesiyle, anti-Trump rüzgârını arkasına da alarak beklentilerin ötesinde bir gişe yapan ve Amerika’da çok sevilen yapım, bu güçle önemli Oscar 2018 adaylıkları kaptı. Fakat abartıldığını düşünüyorum, ki Amerikalılar dışında tüm dünya bunda hemfikir.

Son yılların vazgeçilmezlerinden sağ görüş (militarizm, faşizm, savaş yanlılığı, ırkçılık, vb.) propagandası yapan adaylar kontejanını bu sefer Darkest Hour (2017) ile The Post (2017) işgal ediyor. Spielberg zaten bu kontejanın gediklisi. Son yıllarda çektiği tüm filmler (War Horse (2011), Lincoln (2012), Bridge of Spies (2015)) Amerikan milliyetçiliği yapıyordu zaten. The Post da basın özgürlüğü kisvesi altında bunu bir kere daha tekrar ediyor. Filmin keyifli izlenen bir gerilim olduğunu inkar edemem ama. Darkest Hour ise keyifli bile değil. Gayet didaktik, sıkıcı ve vasat bir propaganda filmi. Çok beğendiğim Gary Oldman’ın gelecekte bu filmle anılacak olması çok üzücü.

Willem Dafoe (En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu) dışında bir adaylık alamayan The Florida Project (2017) yukarıda adı geçen filmlerin çoğundan katbekat iyi bir yapım. Disneyworld’ün hemen yanı başındaki rengârenk motellerde yaşayan yoksul insanların yaşamlarını anlatan film, odağına çocukları alarak tonunu açsa da anlattıklarının gerçekliğinden ve sertliğinden hiç taviz vermiyor. Kapitalizmin tüm hayallerini barındıran, artık simgeleşmiş Disneyworld’ün sunduklarıyla (ya da vaat ettikleriyle) tamamen zıt düşen bu hayatlarda tüm parasızlığa ve çaresizliğe rağmen umudun, kahkahanın, eğlencenin de olduğunu içtenlikle anlatması Sean Baker’ın büyük bir başarısı.

Bu yazıda adı geçenlerin çoğundan daha iyi bir eser

Logan (2017) dışında film dalında aday olamayıp senaryoda aday olan filmler, her zamanki gibi şablonları başarıyla uygulayan fakat ötesine geçemeyenler: The Big Sick (2017), Molly’s Game (2017), The Disaster Artist (2017) ve Mudbound (2017). İçlerinden Mudbound, filmin ortasında yaptığı –ama devamını getiremediği- zeki hamleyle zikredilebilir. Çizgi roman ve sinema dünyasında efsaneleşmiş Wolverine karakterini çok gerçekçi bir şekilde anti-kahramanlaştırması meziyetlerden sadece biri olan Logan, süper kahraman mitini hor görmeden eşeliyor ve benzeri olmayan süper kahraman/western/yol filmi/intikam filmi karması bir esere dönüşüyor. Değerinin ileride daha çok anlaşılacağını umduğum bu ayrıksı Marvel filmi, The Florida Project gibi bu yazıda adı geçenlerin çoğundan daha iyi bir eser.

Benzer başka bir eser de Blade Runner 2049 (2017). Denis Villeneuve’nun, bilim-kurgu başyapıtı (bence tarihteki en iyi ikinci bilim-kurgudur) Blade Runner’ın (1982) hikâyesini devam ettirdiği yapım, öncülü kadar efsane olmasa da onun vizyonunu ve stilini devam ettirebildiği için bile büyük bir saygıyı, önemi ve alkışı hak ediyor. Oscar’a bu filmle 14. kez aday olan Roger Deakins, gerçekten dudak uçuklatan bir iş çıkarmış; izlemeyen varsa her sinefile öneririm.

Teknik dallarda önemli adaylıklar edinen Baby Driver (2017) ve War for the Planet of the Apes (2017) de sadece teknik meziyetleriyle değil, dramatik yapılarını başarıyla kurmalarıyla da 2017’nin önemli yapımlarından ikisiydi.

Bir “hayallerinin peşinden git ama aileni de üzme” animasyonu

Pixar’ın yıllardır yaratıcılığı bırakıp seyirciye oynayan şirin filmlerle işi döndürdüğü bilinen bir gerçek. Coco (2017) da Meksika soslu bir “hayallerinin peşinden git ama aileni de üzme” animasyonu ve yeni bir şey söylemiyor. Diğer yandan rakibi Loving Vincent (2017), ünlü ressam Vincent Van Gogh’un ölümü üzerine kurulan bir polisiye hikâyeyi, üstadın resimleri baz alınarak çizilen karelerle eşleştiren büyüleyici, titiz ve çalışkan bir animasyon.

Son olarak, kimilerine göre her daim Oscar’ın en sağlam kategorisi olan “En İyi Yabancı Film” adaylarının üzerinden geçerek yazıyı noktalayalım. Altın Palmiye sahibi The Square (2017) büyük laflar söylerken kendi tuzağına düşüyor ne yazık ki. Zvyagintsev’in son eseri Nelyubov / Loveless (2017) Rus toplumuyla beraber aslında 21. yüzyıl modern toplumunun çıkarcılığını, sevgisizliğini ve bencilliğini gözler önüne seren önemli bir dram. Derdini biraz daha kısık sesle anlatsaydı, daha çok önemsenecekti belki ama o zaman da bu kadar erişilebilir olmayacaktı. Une Mujer Fantástica / A Fantastic Woman (2017) transeksüel bir kadının, insan olarak önemsenme mücadelesini soğukkanlılıkla verebildiği, kıvamında bir sinema dili kurabildiği ve aynı zamanda sinemasal zevkten ödün vermediği için senenin öne çıkanlarından biri. Altın Ayı sahibi Teströl és Lélekröl / On Body and Soul (2017) ise (L’insulte / Insult’ı (2017) izleyemedim gerçi) bence kategorinin en iyisi. Toplum normlarının dışında kalan iki farklı insan üzerinden son derece garip bir romantik-komedi çıkaran Macar yönetmen Ildikó Enyedi, aynı zamanda beden ile ruhun ilişkisini ve modern toplumun riyakârlığı ile tektipleşmesini irdeliyor.

Bir cevap yazın