Makineler De Âşık Olup Yas Tutabilir Mi?: Üç Duygu Durumu, Üç Dizi

Artun Bötke Hakkında

2008 yılında İTÜ Makina Mühendisliği'nden mezun olup mesleğini bu alanda hâlen sürdürmektedir. Fil'm Hafızası, Sinema Terspektif gibi internet sitesi ve dergi mecralarında sinema üzerine çok sayıda düşünsel, eleştirel yazıları ve denemeleri yayınlanmıştır. Bir karalama defteri olarak gördüğü artunbotke.com isimli blog çalışmasında ise farklı konularda yazılarını paylaşmaya devam etmektedir.

Son yazımda insanların tektipleştirilmelerinden ve duygusuzlaştırılmalarından dolayı gittikçe makineleştiklerinden bahsetmiştim. Onun devamı olarak görülebilecek bu yazıda ise makineleşmeyi engelleyebilecek üç duygu durumundan ve algılanma biçimlerinden bahsetmeye çalışacağım. Bunu da son yıllarda yayınlanmış üç dizi aracılığıyla yapacağım.

2010’larda ergen olmak üzerine: We Are Who We Are

İlk dizi İtalya’daki bir Amerikan askeri üssünde geçen We Are Who We Are (2020). Orada yaşayan askerlerden ziyade, onların ergenlik dönemindeki çocuklarına odaklanan yapıt; adresleri düzenli değiştiğinden aidiyet duygusundan yoksun olan bu gençlerin ergenlikleriyle beraber dünyayı, ailelerini, kendilerini ve mevcudiyetlerini sorgulamalarını anlatıyor.

Aslında American Graffiti (1973), The Breakfast Club (1985) ve Dazed and Confused (1993) gibi gençlere odaklanan klasikler, kafaları karışık gençlerin eylemlerini göstermekle kalmaz, sadece çekildikleri on yılın gençlerinin değil tüm yetişkinlerin ruhsal bunalımlarını da yansıtırlar. We Are Who We Are’ın da 2010’lar üzerine önemli tespitler yaptığını düşünüyorum. Dünya üzerinde “makineleşme”nin en erken başladığı ve makineleşmeye en yatkın meslek olan askerlik ile bu yapıya tamamen zıt, geleneksel olmayan bir evliliğin dizinin merkezinde olması bile bu saptamalara alan açıyor. Şöyle ki dizinin başında üsse atanan yeni üs komutanı, hemcins partneriyle evlenmiş ve bir de oğlu olan bir kadın. Yani duygulara en ufak yer bırakmayan, koşulsuz şartsız itaat isteyen aşırı ortodoks bir ortamın en yetkili kişisinin, alışılmışın oldukça dışında bir aileye sahip olması kendi oğluyla beraber üsteki diğer kişileri de etkiliyor. Ama en fazla böyle bir ortamda ve dünyada ne yapacağını bilemeyen, kim olduğunu anlamlandıramayan gençleri etkiliyor. Dizi, “Z kuşağı” olarak etiketlendirilmeye ve anlaşılmaya çalışılan bu kuşağın neden birkaç cümleyle betimlenemeyeceğini çok iyi açıklıyor. Toplumun bir kesimi olarak onlardan beklenen belirli talepler ve davranışlar varken onlar bunları reddediyor. Başta cinsel yönelim ve ilişkiler olmak üzere her şeyin karmaşıklaştığı, sınırların bulanıklaştığı bir dünyada kendini anlamlandırmaya çalışmak eskisinden çok daha zor. Bu durumun da insanlığı makineleştirmeye çalışan yönetici sınıfın ve kapitalizmin önünde bir engel oluşturacağı aşikâr.

Dizide çok az değinilse de yetişkinler arası kutuplaşma da Z kuşağını etkileyen faktörlerden. 2010’ların (sadece ülkemizde değil, tüm dünyada) kutuplaşmış toplumsal yapısında farklı uçlar mevcut. Bir tarafta tüm farklılıkları kucaklayan ve toplumun birer paydaşı olarak görenler varken, diğer tarafta bilhassa dijitalleşmenin artmasıyla kendisinin demode olduğunu düşünüp bunu engellemek veya en azından yavaşlatmak adına sahip olduğu değerleri kutsallaştırarak aksi düşünceleri fütursuzca reddedenler duruyor. Aşı karşıtlarından ABD Kongresi’ni basanlara, LBGTI derneklerini terör örgütü ilan edenlerden 21. yüzyılda hâlâ darbe yapanlara kadar bu reddedişin farklı tezahürleri mevcut günümüzde (We Are Who We Are’ın Trump’ın başkan seçildiği 2016 yılında geçmesi de manidar bu açıdan). Kendi içlerindeki (dijitalleşme karşıtlarının genelde devletin mutlak iktidarını savunması gibi) ikilikleri bile göremeyen, bu yüzden de belirli kalıpların dışına çıkamayan yetişkinlerin, 21. yüzyılın anlamları muğlaklaşan kavramları ve ideolojileri arasında kendisini bulmaya çalışan gençleri zapturapt altına alma çabası yakın geleceğe yön verecek çatışmalardan olacak.

21. yüzyılda âşık olabilme üzerine: Normal People

Aşk ise tüm zamanların en belirsiz ve anarşik duygusu. Aklı ve mantığı asla dinlememesi, tamamen duyguların kontrolünde olması onu; tarih boyunca kimi zaman yasaklı, kimi zaman sakıncalı ama genelde de güvenilmez yapmış. İnsanın makineleşmesinin önündeki en önemli, en ciddi engel kuşkusuz. Peki kavramlar ve ideolojilerle beraber sınıflar arası ayrımların da farklılaştığı 21. yüzyılda aşk nerede konumlanıyor? O da mı değişiyor?

Geçtiğimiz yılın önemli yapımlarından Normal People, saptamalarla hiç ilgilenmiyor. Bu yüzden de son derece iddiasız. 12 bölümlük mini dizinin ilgilendiği ve kendini adadığı tek husus, ana kahramanları Marianne ve Connell’ın duygularını en samimi şekilde ekrana yansıtabilmek. Lise sıralarında birbirine âşık olan çiftin, en önemli derdi de samimiyet. Birbirlerine karşı, çevrelerine karşı ve tabii topluma karşı…

Marianne yaşadığı kasabanın zengin, ataerkil ailelerinden birinin kızıdır; çok zeki olmasına karşın sınıfı ve kadın olmasından ötürü ailesi ve okuldaki arkadaşları tarafından görmezden gelinmektedir. O da kendini kitaplara ve derslere vermiştir ve kasabadan ayrılacağı günü beklemektedir. Marianne’in âşık olduğu Connell ise kitap tutkusu dışında onun zıttıdır. Marianne’in aile hizmetçisinin tek başına büyüttüğü oğlu olan Connell, kasabanın ve okulun popüler gençlerindendir. İkilinin kitap tutkusu bir gün Connell’in Marianne’i farketmesine yol açar ve yıllara yayılacak gelgitli ilişkileri başlar.

Klişe bir melodram gibi gözüken hikâyesini pek umursamayan Normal People için önemli olan çiftin duyguları ve bunları ifade biçimleri. Bu hususta da diyaloglardan öte; bakışlar, mimikler, dokunuşlar (veya dokunamayışlar) öne çıkarılıyor. (Zaten Normal People’ı sıra dışı bir eser, hatta deneyim hâline getiren de bu özenli ve farklı yapısı.) Lise faslını hızla kapatıp ikisinin de karakterlerinin şekillendiği üniversite dönemine geçen yapım; çiftin ilişkisiyle beraber günümüzde kadının ve erkeğin ilişkideki, ailedeki ve toplumdaki rollerini, cinselliğin ilişkideki rolünü, iki tarafın cinselliğe bakışını, sınıf ayrımının ve paranın ilişkiye etkisini irdeliyor. Bakış açılarının zaman ve deneyimle değişebildiğini vurgulayan altyapısı sayesinde Normal People, net saptamalar yapmaktan ve taraf tutmaktan ısrarla kaçınıyor. Duygularını daha açık bir şekilde dışavuran ve bu nedenle belirli bir kalıba sokulmaktan ısrarla kaçınan Z kuşağının aşkı algılayış ve yaşayışının da önceki kuşaklardan farklı olabileceğini gösteriyor Normal People.

Şahsen makine/robot ile insan arasındaki ayrımın zamanla silikleşeceğini öngördüğüm bu yüzyılda aşk, yeni bir Turing testine bile dönüşebilir. Tabii hiçbir zaman tanımlanamayan bir duygu durumunun bu ayrımı hangi nesnel ölçütlerle yapacağı da bambaşka bir felsefi probleme dönüşecektir. Lakin şurası bir gerçek ki önümüzdeki yıllarda Her (2013) gibi bu konuya kafa yoran eserler artacaktır.

Yas ve kabullenme üzerine: The Leftovers

Ergenlik ve aşk gibi kontrol edilemeyen, kişiden kişiye oldukça farklı deneyimlenen başka bir duygu durumu da yas (süreci). İnsan, ister beklesin ister beklemesin, bir yakınını veya sevdiği bir nesneyi kaybettiğinde bu kaybı zihninde kabullenmek, bu kayıpla yüzleşebilmek için belli bir zaman ve efor harcar. Zaman ve efor da insandan insana oldukça değişkendir ve katiyen ölçülebilir, hatta farkedilebilir bir şey değildir. Bir makinenin tezahür edemeyeceği, dolayısıyla öğrenemeyeceği nokta da burası.

Şahsen The Leftovers (2014-2017) kadar yas duygusunu tamamen ana eksenine oturtan başka bir eser, -en azından görsel eserler arasında- bilmiyorum. 3 sezon ve 28 bölüm süren yapım, dünya nüfusunun belli bir kısmının aniden kaybolmasının ardından küçük bir Amerikan kasabasında yaşananları anlatıyor. Hayatına devam edebilmek için olayı anlamlandırmaya, mantığına ve ruhuna bunu açıklamaya çalışan bir grup insanı izlerken, seyirciler de kendi hayatlarındaki izdüşümleriyle olayları özdeşleştiriyor.

Dizi boyunca yas tutmanın veya yasla başa çıkmaya çalışmanın farklı yollarıyla karşılaşıyoruz. Kimi her an yası yaşarken kimi inkârı seçerek içine atıyor, kimi kişilik bölünmesi yaşarken diğeri herkesin aynı şekilde yas tutması için çabalıyor. Diğer bir ifadeyle, karakterlerimiz nasıl farklıysa yasa yaklaşımımız ve yas tutuşumuz da o kadar farklı. Lakin her şeyin standardize edilmeye çalışıldığı bir dünyada yas süreci de aynılaştırılmak isteniyor. Bu durum en iyi, devam etmekte olan pandemi döneminde  anlaşılmaya başlandı. İnsanların birer sayıya indirgendiği, COVID-19’un yapısından ötürü insanların kaybettikleri yakınlarıyla doğru düzgün vedalaşamadığı bir dönemde yas tutma sürecinin önemi de daha iyi anlaşıldı.

Yası yaşa(ya)mamak, insanda ciddi bir eksikliğe yol açıyor ve bu eksiklikle yüzleşilmediği müddetçe de çoğu zaman psikolojik, kimi zaman da fiziksel olarak kişiye zarar veriyor. Hatta bu durum, sadece bireyler için geçerli değil; insanların oluşturduğu ilişkiler, gruplar ve toplumlar için de geçerli. Zamanında yeterince tartışılmayan, toplumun bir kesimi tarafından sindirilmeyen olayların yıllar, hatta bazen kuşaklar sonra tekrar gündeme geldiğini ve bazen devletlerin yıkımına bile yol açtığını tarih sayfalarından biliyoruz.

Yas süreci ve kayıpla yüzleşme durumu insanın standardize edilmesinin önündeki en önemli engellerden biri. Çünkü kişiden kişiye şiddeti de süresi de etkileri de çok değişen bir süreç. The Leftovers‘ın da bunu, birbirlerinden oldukça farklı insanların hayatlarını ve bakış açılarını aktararak olabildiğince güzel yansıttığını düşünüyorum. Sadece negatif açılardan da değil, yasın sebep olduğu pozitif etkilere de yer vererek bu sürecin doğum, ergenlik ve ölüm gibi insan hayatının organik bir parçası olduğunu vurgulaması dizinin bir başka özelliği.

Önceki yazımda vurguladığım üzere, insanın (en azından türümüzün çoğunluğunun) makineleştirilme süreci tarihin başından beri devam ediyor ve sanayi devrimiyle beraber bu süreç hızlanmaya başladı. Şahsi kanaatim bunun engellenemeyeceği ve gelecekte bir gün gerçekleşeceği (insanla makine arasındaki ayrımın farkedilemeyeceği) yönünde. Lakin üç farklı ve organik duygu durumunun bu süreci etkileyeceğini, tamamen engelleyemese de önemli müdahalelerde bulunacağını düşünüyorum.

Amacım katiyen bir saptama veya öngörüde bulunmak değil, yukarıda adını andığım dizileri son bir senede izlerken bende bıraktıkları duygu ve düşünceleri ortak bir yazıda toparlamaktı. Bu yazı ne bir makaledir ne bir dizi analizi ne de bir sosyoloji denemesidir, sadece bir düşünce egzersizidir.

Bir cevap yazın