
- Her Yaştan Okuyucunun Kendisinden Bir Parça Bulacağı 10 Çocuk Kitabı - 23 Nisan 2021
- Sevginin Z Raporu: Sanat Koleksiyonlarında Sevgi Temalı Eser İncelemesi - 10 Şubat 2021
- David Copperfield’ın Çok Kişisel Hikâyesi (2019): Dickens ile Iannucci’nin Çağları Aşan Uyumu - 25 Eylül 2020
- Hep Aynı Yaşta Kalacağımız Filmler [Liste] - 17 Mayıs 2020
- Sanat Tarihinden Hayvanlar Alemine Uzanan Çocuk Kitapları - 22 Nisan 2020
- Geçtiğimiz Yılın Gölgede Kalan Başarılı Ana Akım Filmleri - 13 Ocak 2020
- Düşük Bütçeli Yüksek Sohbetli Hikâyeler: En Başarılı Mumblecore Filmleri - 1 Aralık 2019
- Ayn Rand ve Bencilliğin Erdemi: Neden Bencil Olmalıyız? - 24 Kasım 2019
- Dijital Çağda Faust ve Mephisto’nun Bir Araya Gelişi: Being Faust – Enter Mephisto - 21 Kasım 2019
- Yürüyün, İster Dağların Üstünde İster Ormanın İçinde: Yürümenin Felsefesi - 26 Mayıs 2019
Farklı yıllarda doğan, sinemayı seven ve sinema üzerine düşünen yazarlar olarak hep aynı yaşta kalacağımız filmleri listeledik. Konuk yazarların da katılımıyla genişleyen liste, 80’ler ve 90’lardan bugüne, bizimle birlikte yaş almaya devam eden filmlerden oluşuyor.
Keyifli okumalar dileriz.
Artun Bötke – 1984
Ghostbusters (Yön: Ivan Reitman, 1984)
Çocukluğumda Ghostbusters tam bir fenomendi. Sinemaya aklımın yeni yatmaya başladığı yıllarda, devam filmi sayesinde -artık klasikleşen- tema şarkısı her yerde çalınır olmuştu. Ülkede özel televizyon furyası da yeni başladığından, 80’lerin ünlü ana akım filmleri teker teker evlere konuk olurken Ghostbusters‘ın ünü daha da perçinlenmişti. Üstelik çizgi filmi de yayınlanıyordu. Ivan Reitman’dan ziyade Dan Aykroyd, Harold Ramis ve Rick Moranis’in zımba senaryosuna daha çok şey borçlu olan bu aksiyon komedi, artık 80’lerle özdeşleşti. O zamanlar çocuk olanların asla unutamadığı yapımı Hollywood da çok seviyor ki devamlı yeni film projeleri çıkıyor. Paul Feig’in kadın avcıları perdeye getirdiği 2016 yapımı filmin ayakları daha fazla yere bassa da zıpırlığı eksikti. Bakalım oğul Jason Reitman gelecek sene (2021) önümüze nasıl bir uyarlama getirecek?
Sixteen Candles (Yön: John Hughes, 1984)
Başka bir 80’ler klasiği de John Hughes’tur. Hughes, ülkemiz için pek geçerli olmasa da ergen olmanın getirdiği deliliği, sorunları, utancı, kafa karışıklığını ve çıkmazları ciddiye alarak tüm samimiyetiyle perdeye aktaran ilk kişidir. Sixteen Candles da bu alana girdiği ilk senaryosu ve yönettiği ilk filmdir. Yeni yaşından yepyeni beklentileri olan Samantha’nın on altı yaşına bastığı günü anlatan film, sevimli bir büyüme hikâyesi. Yaşadığı hayal kırıklıklarından gün ilerledikçe dersler çıkaran Samantha, finale yaklaştıkça değişmeye ve günün anlamını kavramaya başlar. Hughes’un başarısı, yetişkenlere çocukça gelen bu zorlukları Samantha ve arkadaşlarını hiç küçümsemeden, üstelik şamatasıyla da peliküle aktarabilmesidir.
Paris, Texas (Yön: Wim Wenders, 1984)
Bu başyapıtta hiçbir şey göründüğü gibi değil. İsmin ilk düşündürdüğü gibi hikâye Paris ile Texas arasında geçmez; hatta belirttiği gibi Texas’ın Paris kasabasında da geçmez, uğramaz bile. Paris, Texas ne sıradan bir aşk filmidir, ne melodram, ne aile dramı, ne de komedi. Hepsinden biraz bulunsa da hiçbir türe sokulamaz. Paris, Texas hakkında yapılabilecek en kısa tanım, duyguların filmi olmasıdır. İki buçuk saat boyunca çeşitli duygular yaşarsınız; çaresizlik, yalnızlık, susuzluk, açlık, kardeşlik, aileye ait olma, babalık, umutsuzluk, saplantı, pişmanlık, suçluluk, mutluluk, sevilme, sevme, huzur, vurgun, yüzleşme, ağlayamama, gurur, sessizlik, vazgeçiş… Finalde jenerik akmaya başladığında ayağa kalkamazsınız. Tüm duygular üzerinize çöktüğünden sessizce perdeye veya ekrana bakakalırsınız, belki birkaç yaş ıslatır yanağınızı, fazlası değil. Ardından dönüp baktığınızda Sam Shepard’ın çok ince örülmüş senaryosunu, Ry Cooder’ın içe işleyen tınılarını, Robby Müller’in hafızalarda yer eden karelerini, Harry Dean Stanton başta olmak üzere çok gerçekçi performansları ve Wim Wenders’ın tüm bunları bir araya getiren harika rejisini fark etmeye başlarsınız. Paris, Texas bir başyapıtın nasıl olması gerektiğini gösteren bir mihenk taşıdır.
Salihcan Sezer – 1986
Aaahh Belinda (Yön: Atıf Yılmaz, 1986)
80’li yıllarda dönemin en etkili kitle iletişim aracı olan televizyonun renklenmesi ve hanelerde iyiden iyiye yaygınlaşmasıyla birlikte reklamlardaki, diziler ve filmlerdeki karakterlerle insanların özdeşleşmeleri artmıştı. Artışın büyük oranda kaynağı, askeri darbenin ve gölgesindeki siyasi olayların yaşattığı tahribattan en azından zihinsel olarak uzaklaşma ihtiyacıydı. Aynı dönemde, televizyonun bir gevşeme aracı olduğu algısı da popülerliğinin doruklarındaydı. Öte yandan kadının çalışma hayatındaki, sanatsal faaliyetlerdeki, aile içerisindeki, cinsellikteki yeri, baba-koca arasındaki sıkışık konumu her zamanki gibi yine güncel bir tartışma alanıydı.
1986 yılının toplumsal dinamiklerini birebir hissettiren Aaahh Belinda filminde de Müjde Ar’ın oynadığı kadını aynı bedende, iki farklı rolde görüyoruz. İlki, tiyatro kumpanyasının gözde oyuncusu, maddi açıdan ayakları üzerinde durabilen özgür, bekâr, seçen, seçilen bir birey. İkincisi, bankada standart bir memur, iki normal çocuk ve bir cimri koca sahibi, orta direğe mensup sıradan bir kadın. İlki, kendisini ikinci olarak buluyor, yeniden ilkine dönmek istiyor. Tersinden bakarsak da ikincisi, ilki olduğunu düşünüyor veya olmak istiyor.
Aaahh Belinda’nın benim açımdan mazisi, küçük çaplı bir çocukluk travmasına konu olmasıyla başlıyor. Babaanne rolünü oynayan, müteveffa Güzin Özipek’in çocuklara söylediği tekerleme ve tekerlemedeki “dunganga” kısımlarını korkunç buluyordum. Hele de dev şampuan şişesinin yürümesini…
Filmin Türk sinema tarihine geçmiş, özel bir yapım olduğu kuşkusuzdu, yine de izlemeye elim gitmiyordu. Yıllar sonra bahsi açılmışken, bir arkadaşıma durumu anlattığımda, “O film çok eğlencelidir aslında, bir daha izle” deyişi ve bu dosya vesilesiyle doğduğum yıl çekilmiş bu filmi özellikle tek başıma yeniden izledim. Atıf Yılmaz, Müjde Ar, Macit Koper, Barış Pirhasan ve dolaylı yoldan değinilen Vasıf Öngören dâhil birçok insanın emeklerini de takdir ederek…
Film bana söylendiği gibi eğlenceliydi elbette ama zamanında korkunç bulmama da hak verdim. Sanırım bunun nedeni tekerleme esnasında çocukların korku içerisinde yorganları başlarına çekerek yatağa sokulmaları. Bu tür aksiyonlarda çocuklar genellikle diğer çocukların yaptığına bakarlar, ona göre konum alırlar. Küçük bir oğlum var. Çocukların, bebeklerin güldüğü şeylerde o da güler. Peki, oğlum bir anlığına hangi reklamdan çekindi? Dünya sevimlisi Sinem Ünsal’ın oynadığı bir şampuan reklamından. Nedenini çözemedik, çözmemiz de gerekmiyordu, tabii ki televizyondan uzak tutmayı sürdürdük. Zaman geçtikten sonra farklı bir ortamda aynı reklama denk gelince hiç rahatsız olmadı, keyifle seyretti. Tüm bunlardan bir sonuç çıkarmak şart olmasa da, malûmu ilan etmek için kendimi durduracak değilim: Herkes ikinci bir şansı hak eder.
Alpaslan Paşaoğlu – 1987
Sarı Mercedes (Yön: Tunç Okan, 1987)
Adalet Ağaoğlu’nun 80’li yıllarda sansürlenmiş Fikrimin İnce Gülü isimli romanından uyarlanan Tunç Okan filmi Sarı Mercedes, her ne kadar Adalet Ağaoğlu’nun yoğun eleştirilerine maruz kalsa da benim için çocukluğuma dair pek çok çağrışım barındırıyor. Senaryo, romana göre epey tırpanlanmış fakat ülke sinemamız için bir kült olduğu gerçeği değişmeyecek. Sarı Mercedes, babamla izlediğimi hatırladığım ilk film. Bu nedenle benim için ayrı bir anlam taşır. Hikâyede pek sinema meraklısı olmayan babamın bile ilgisini çeken şey, kendisinin o dönem Almanya-Türkiye arasında mekik dokuyarak araba ticareti yapması idi. Bayram karakteri (İlyas Salman) ile kendisini özleştiren (Babamın Sarı Mercedes’e sahip olması, Kerkük Türkmeni olmasından kaynaklı Türkiye’de gurbetçi sayılması ve yakın akrabasının yok denecek kadar az olması dışında bir başka benzeyen özelliği bulunmamasına rağmen) babam için araba bir erkeğin ailesine bakabildiğinin en önemli delillerinden birisiydi sanırım o yıllarda. Bayram karakteri de köyüne bu araçla dönmeye çalışarak tüm çevresine rüşdünü ispat etmeyi arzuluyordu. Bayram’ın Almanya’da işçi sınıfı mensubu eğitimsiz bir taşra insanı olması ile babamın üniversite görmüş, ticaret insanı olması arasında herhangi bir benzerlik olmasa da, para kazanımının ardında düşlenen varış noktası belki de aynıydı. Bu yüzden film hem babam hem de benim nezdimde farklı durumları sembolize eder.
Full Metal Jacket (Yön: Stanley Kubrick, 1987)
En beğendiğim ve saygı duyduğum yönetmenlerden birisi olan Stanley Kubrick ile ilk kez ergenlik dönemimde Full Metal Jacket sayesinde tanıştım. Militarizm olgusunun devlet eli ile yoğun şekilde yaşatıldığı bizim gibi ülkelerde, gençlerin çok daha rahat içselleştirebileceği bir film Full Metal Jacket. Kutsiyet atfedilen savaş ve askerlik mefhumlarının bu film vasıtası ile sahne arkasına geçtiğimizde, toplumda övünçle bahsedilen fakat bir insana erkeklik yüklemesinin hangi travmatik yollarla yapıldığının ipuçlarına rastlarız. Erkeğe libido, ölüm kalım savaşı hissi, cinsellik algısı, eril yok edim ve eril müdafaa usullerinin enjekte edilmesinin en yalın hâlidir askerlik. Bu nedenle bedelsiz yaptığım askerliğimde filmdeki olgulara, hatta bazı karakterlere rastlamam beni çok şaşırtmamış ama sinemanın gücünü bir kez daha hissettirmişti.
Selamsız Bandosu (Yön: Nesli Çölgeçen, 1987)
Söke ve Bodrum gibi farklı özelliklere sahip iki taşra kasabasında büyüyen ve akrabaları önemli yerel siyaset figürleri (şehrin ileri gelenleri) olan bir çocuktum. Nesli Çölgeçen’in benimle aynı yaşta olan Selamsız Bandosu filmi, taşra siyasetini ve insanını anlamlandırmak adına önemli bir mihenk taşıdır. Hangi bölgeye giderseniz gidin taşranın dinamikleri, siyasete bakış açısı ve insani ilişkileri, kentli yaşam formundan keskin bir şekilde ayrılır. Taşrada, bir olguya veya kişiye atfedilen büyüklük, değerlilik payeleri; mega kentli insanda pek bir şey ifade etmeyecektir. Bunu fiziki mesafeler üzerinden örneklendirirsek İstanbul’da yaşayan birisi için Taksim’den Bakırköy’e geçmek çok da matah bir şey değildir. Bilakis her gün belki de işi nedeniyle bu geliş-gidişe katlanmaktadır. Fakat Bakırköy-Taksim arasındaki on dokuz kilometrelik mesafe taşra insanı için yaşadığı şehirden dışarıya çıkmayı, uzak denizlere açılmayı ifade eder. Mecbur kalınmadıkça, on dokuz kilometre sık gidilen bir seyahat mesafesi değildir. Bu nedenle kente ziyarete veya işe gelen taşra insanının gözünde mesafeler en büyük kâbus olur. Mesafe ve erişilebilirlik olgusu, her bir insanın kendi dünya yarıçapının değişkenliğinden dolayı izafidir. Diğer yandan erişilebilir olmak ülke siyasetinin belki de Osmanlı dönemine dek uzanan en büyük kronik rahatsızlığıdır. Şener Şen ve Uğur Yücel’in başını çektiği film, Selamsız isimli kasabadan tren yolu ile geçecek Cumhurbaşkanının -fötrlü Demirel- bu kasabada durma ihtimali üzerine kuruludur. Kendisine kasabanın ve yörenin şikâyetleri dile getirilecek, hizmet talep edilecektir. Fakat kasabaya cumhurbaşkanın gelmesi Godot’nun gelmesinden bile zordur. Hâlbuki fötrlü reis, “Bu fötr şapkayla altı defa gittim, yedi kere geldim” demiştir. İşte film, ülkedeki tüm Selamsız kasabalarının bu geliş gidişleri sağlayan birer oy “ambarı” ve bandoları eşliğinde siyasetin fon müziğini oluşturduğunu betimleyen en güzel eserlerden biridir. Ne de olsa aç siyasetçi kendini buğday “ambarı”nda sanırmış. Hâlbuki saraydan on dokuz kilometre ötesi çok uzak.
Kürşat Saygılı – 1988
A Short Film About Love (Yön: Krzysztof Kieślowski, 1988)
Kieslowski’nin on emirden yola çıkarak çektiği on kısa filmden biridir. Sinemayı sevmemi sağlamış, izlediğimde sarsılmış ve derinliğine hayran olmuştum. Saplantının, tutkunun, aşkın ve yalnızlığın bu kadar net ve keskin anlatıldığı başka bir film de izlemedim sanıyorum.
Düttürü Dünya (Yön: Zeki Ökten, 1988)
Kapıcılar Kralı’nda apartmandan, Garip’te bir iş hanından Türkiye panoraması çıkaran yönetmenin bu kez Ankara’da bir gecekondu mahallesinde daha gerçekçi bir üslupla yoksulluğu resmettiği filmidir. Ankara’da böyle bir mahallede doğduğum için belki de bu filmin bendeki yeri ayrıdır ama tekniği, meselesi, Kemal Sunal’ın olağanüstü oyunculuğuyla Türk sineması için Lütfi Akad’ın göç üçlemesiyle birlikte anılması gereken bir film olduğunu düşünürüm. Türkiye’yi bu kadar iyi resmeden az film var çünkü.
Die Hard (Yön: John McTiernan, 1988)
Die Hard, bugünden bakıldığında klişe, sıradan, basit bir film gibi görünebilir -ki sonrasında belki daha iyileri de çekildi- ama dönemi itibariyle düşünülecek olduğunda Bruce Willis’i aksiyon türüne kazandıran ve bunun dışında aksiyon türüne çok katkısı olan bir film olduğunu düşünüyorum. O güne kadar yapılmamış, denenmemiş birçok numarayı senaryosundan çekim tekniklerine kadar gerçekleştirmiş ve döneme damgasını vurmuştur. Filmin bugünlere gelmesinde bu başarının etkisi olduğunu söyleyebiliriz.
They Live (Yön: John Carpenter, 1988)
They Live de Die Hard gibi bugünden bakıldığında sıradan bir film gibi duruyor ama benim için Matrix gibi felsefesi olan tür filmlerinin ilham kaynaklarından biri. Görünenin arkasındaki görünmeyeni, ideolojiyi, kapitalizmin sömürme düzenini, neo-liberalizmin özgürlük vaadinin arkasındaki esareti metaforik ve eğlenceli bir dille anlatıyor. İnce düşünülmüş ve yazarken detaylara dikkat edilmiş olması filmi önemli kılıyor.
The Last Temptation of Christ (Yön: Martin Scorsese, 1988)
Martin Scorsese denince akla en başta diğer filmleri gelir ama bu filmin sinematografisinde ve sinema tarihinde önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Öncelikle başarılı bir uyarlama olması, radikal duruşunu bozmamış olması, Hıristiyanlığın bir anlamda Aziz Pavlus’un dini olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Şeytanın son hamlesini, peygamberi baştan çıkarmak için oynadığı son oyunu çok estetik anlatır.
Tanju Baran – 1989
Casualties of War (Yön: Brian de Palma, 1989)
1980’lere damga vuran Brian de Palma’nın başyapıtlarla dolu filmografisinin –Carlito’s Way (1993) ile beraber- en olgun filmi olan Casualties of War, kapanmamış yaraların ve kefareti ödenmemiş günahların yarattığı tahribatı gösteren, vurucu, vurucu olduğu kadar da buruk bir film. Beş kişilik küçük bir takımın rehin aldığı Vietnamlı genç bir kız üzerinden Amerikan tarihinin karanlık taraflarına eğilen Brian de Palma, geçmişin bugüne nasıl sirayet ettiğini de ustalıkla anlatıyor. En sevdiğim savaş filmlerinden biriyle yaşıt olmak, onunla beraber yaşlanmak ise Eriksson’un yüreğinden atamadığı yükü her geçen yıl daha iyi kavramamı sağlıyor.
Do the Right Thing (Yön: Spike Lee, 1989)
Bugünlerin ele avuca sığmaz ihtiyarı Spike Lee’nin vakti zamanında tüm dünyaya ismini duyurmasını sağlayan Do the Right Thing, Brooklyn’deki bir mahallede, yılın en sıcak günlerinden birinde yaşanan olaylar üzerinden Amerika’da bir türlü soğumayan ırkçılığı, mizahi fakat sert bir şekilde gözler önüne seren eşsiz bir başyapıt. Bir New York anlatıcısı olan Spike Lee, 25th Hour (2002) sonrasında öfkesini törpüleyerek daha olgun ve ağırbaşlı birine dönüşse de kamerayı bir silah gibi kullanmaktan ve ırkçılığı hedefe oturtmaktan asla vazgeçmedi. Yakın dönemde işlenen Eric Garner cinayetinin Radio Raheem’in ölümüyle benzerlik taşıması nedeniyle tekrar gündeme oturan Do the Right Thing, aradan geçen zamana rağmen güncelliğini bütün yakıcılığıyla koruduğunu göstermeyi ve gerçek hayat ile sanat arasındaki taklit ilişkisini gözler önüne sermeyi ihmal etmiyor.
See No Evil, Hear No Evil (Yön: Arthur Hiller, 1989)
Seçkiye girebilecek birçok filmi es geçip bu filmde karar kılmamın tek, daha doğrusu iki, sebebi var: Richard Pryor ve Gene Wilder. Sinema tarihinin en büyük komedi oyuncularından olan Pryor ve Wilder’in bir arada olması, sevdiği oyunculara karşı çocuksu bir hayranlık besleyen ve kriterleri onlar için sonuna kadar esneten benim gibiler için yeterli sebep. Böyle durumlarda mevzubahis filmin iyi, kötü, başarılı, başarısız olmasının pek bir önemi kalmıyor. Biri kör, diğeri sağır iki karakter üzerinden izleyiciyi akıllara zarar bir maceranın içine atan See No Evil, Hear No Evil’e karşı çocukluk arkadaşlarıma karşı taşıdığım muhabbetin bir benzerini hissediyor olmam da sebepsiz değilmiş.
Polat Öziş – 1992
Gölge Oyunu (Yön: Yavuz Turgul, 1992)
Yavuz Turgul sinemasının en büyük hazinelerinden biri olan ve Şener Şen ile Şevket Altuğ’u buluşturan Gölge Oyunu, amiyane tabirle fantastik bir masal. Film, iki yakın arkadaş olan ve bir pavyonda komedyenlik yapan Mahmut ile Abidin’in hayatına bir peri edasıyla dâhil olan Kumru’nun, ikiliyi gizemli olaylar silsilesinin ortasına bırakmasıyla gelişen olayları merkezine alır. Kendine has mizahı ve arkadaşlığa dair duygu dolu söylemiyle izleyicisinin kalbine temas etmeyi başaran Gölge Oyunu, yalnızca 1992 yılının değil, sinemamızın da en nevi şahsına münhasır işlerinden biri olarak birçok sinemaseverin gönlünde özel bir yere sahiptir.
Reservoir Dogs (Yön: Quentin Tarantino, 1992)
Tarantino, ilk uzun metrajı Reservoir Dogs’u 1992’de izleyicisi ile buluşturur, akabinde bu hârikulade filmin üzerine görkemli bir sinema kariyeri inşa eder. Başarısız bir soygun girişiminin ardından kanın oluk oluk aktığı, Tarantino’nun en özel işlerinden olan film, müziğinden kurgusuna, sert anlatımından özgün çekim tekniklerine kadar tam bir şölen havasında geçer. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse, 92 yılının başına gelen en güzel sinema olaylarından biridir. Tarantino’un beyazperdeye adım attığı ve kendini evrene tanıttığı yılda hayata merhaba demek de bir sinemasever olarak bendenizin en tatlı tesadüflerinin başında gelir.
Sarı Tebessüm (Yön: Seçkin Yaşar, 1992)
1992 yılı, dünyada birçok başarılı örneğin ortaya çıktığı bir sene olsa da Türkiye’de sinema alanında yaşanan buhrandan ötürü kısır geçen bir yılı temsil eder. Tabii, bu kısırlık farklı denemeleri de beraberinde getirir; Sarı Tebessüm gibi. Birçokları için sinemamızın en kötü yapımlarından biri olarak anılsa da benim nazarımda oldukça özel bir filmdir. Biçimsel anlamda felaket denilebilecek düzeyde kötü bir işçiliğe sahip olan yapım, aşk ile tutku arasında gidip gelen bir kadının ikilemini, entelektüel dünyaya getirdiği eleştiri çerçevesinde işler. Kaldı ki ele aldığı konu ve bunu cinselliği korkusuzca öne çıkarma gayesiyle işlemesi de takdire şayandır. Yalnızca bu sebepten ötürü bile ne kadar kötü olursa olsun, daima yad edilmeyi hak eder. Sizi bilmem ama benim için ilk defa ortaokul yıllarında televizyonda izlediğim ve neye uğradığımı şaşırdığım bu film, cesareti ve garip atmosferi ile 92 yılı dendi mi ilk aklıma düşen filmlerden olmaya devam edecektir.
Nurbanu Gürsoy – 1993
Trois Couleurs: Blue (Yön: Krzystof Kieslowski, 1993)
Krzystof Kieslowski’nin Üç Renk serisinde isimlerini Fransız bayrağının renklerinden alan filmlerden ilki ve bana göre en etkileyicisi olan Blue, kökeni Fransız devrimine dayanan bayraktaki mavi rengin de temsil ettiği özgürlüğü eksenine alır. İnsanın içindeki özgürlükten beslenen bir mavi… Trafik kazasında eşini ve çocuğunu kaybeden Julie’nin (Juliette Binoche) içine girdiği yas süreci sonrasında yeniden hayata tutunuşunu, olabilecek en hüzünlü anlatım diliyle aktarır Kieslowski. Bir acıyı ve insanın yarım kalmışlığını anlatmak için çeşitli yollar muhakkak vardır, fakat Blue bunu hiç de basit olmayan ve aksine kalbe kazınacak bir biçimde işler. Duvara sürtülen bir el ile hissedilen acının tarifini anlatmak mümkün olmasa da o acıyı izlemek, dinlemek ve onunla birlikte yaş almak mümkün.
Naked (Yön: Mike Leigh, 1993)
Naked, yaptığı filmlerle dünya sinemasında kendine has bir yer edinen İngiliz yönetmen Mike Leigh’ın neredeyse en bilindik ve özellikle diyaloglarıyla izleyiciye müthiş bir beyin fırtınası, düşünme egzersizi yaptıran filmi. Manchester’dan Londra’ya kaçmak zorunda kalan Johnny (David Thewlis), kalıplara sığmayı reddeden yersiz yurtsuz hayatını felsefi ve sorgulamacı tavrıyla bezer. Bunu tek başına yapmadığı gibi izleyiciye de hem film esnasında hem de film bittikten sonra içi dolu koca bir soru ve düşünce balonu bırakır. Filmin son planında Johnny sektikçe biz de yerimizde duramayız, sanki her sekişte bir soru daha belirir zihinlerimizde. Naked için insanın kendinden kaçışının bitmemesi üzerine bizimle konuşan bir film demek, hiç de yanlış olmaz.
Groundhog Day (Yön: Harold Ramis, 1993)
Neredeyse iki ayı bulan karantina günlerinde muhtemelen çoğu kişinin zaman algısı ufak çaplı bir deformasyona uğramıştır. Günlerin, saatlerin iç içe girmesi ve bu belirli belirsizlik hâli, içinden zor çıkılacak gibi duruyor. Groundhog Day bu süreçte herkesin kendisine çok yakın hissedeceği bir film. Bir televizyon kanalında hava durumu programı sunan Phil Connors (Bill Murray), gelenekselleşen Groundhog Day şenliklerini sunmak üzere başına geleceklerden habersiz bir şekilde, istemeyerek ekibiyle birlikte Punxsutawney kasabasına gönderilir. Bir sabah uyandığında yaşadığı günün aslında dünün aynısı olduğunu fark eden Phil, bu tekrarlar çoğalınca artık durumu kabullenerek krizi fırsata çevirmeye başlar. Kim bilir, kendisini tekrarlayan günlerin, kendisini bu kadar da tekrar etmesi bir noktada belki de iyi bir şeydir.
Dilan Salkaya – 1994
Before the Rain (Yön: Milcho Manchevski, 1994)
Milcho Manchevski’nin ilk uzun metrajlı filmi Before the Rain, Makedonya’dan İngiltere sınırına ulaşan, Anastasia’nın Balkan coğrafyasını tanımlayan eşsiz müzikleriyle büyüyen bir şaheser. İç savaş ve etnik çatışmalar ekseninde Balkanlar panoraması sunan yapım, savaşa farklı noktalardan temas eden farklı hayatları aynı çizgide anlatır. Zamanı hem süreğen hem de tekrar eden ama asla ölmeyen bir olgu olarak ele alır. Filmdeki çerçeve anlatıyı tamamlayan çember metaforu, sonsuzluğun yanı sıra sınırlılığı da vurgular. Ölüm ve savaşın Makedonya’da bir köy ile İngiltere’de bir metropolde tezahürü apayrıdır ancak herkes yağmurun altında aynı şekilde ıslanır. Before the Rain, içsel yolculuğun, sezginin ve çemberin dışında kalmanın görkemini zihne kazırken, kulağınızda tüm felaketlerin, çatışmaların ve elbette yağmurun habercisi olan kara sineklerin sesi kalır.
Ed Wood (Yön: Tim Burton, 1994)
Tim Burton sinemasında kendisine ayrıksı bir yer edinen, 94 yılına dönüp baktığımda ise siyah bir yıldız gibi parlayan yapım, tüm zamanların en kötü yönetmeni unvanına sahip Ed Wood’un hikâyesini anlatır. B-movie’lerden bile daha düşük kalitedeki Z filmlerin başlatıcısı olsa da, Ed Wood tüm zamanların “en ünlü” yönetmenlerinden biridir. Senaryosu eksik, tekniği bozuk, bütçesi yetersiz hatta daha doğru bir ifadeyle “bütçesiz” filmler yapan Ed Wood’un tükenmeyen çabası ise Tim Burton’a ilham verir. Klasik bir B-movie gibi başlayan bu siyah beyaz anlatı, Burton’ın ellerinde tüm zamanların en kötü yönetmenini tüm zamanların en iyi filmlerinden birinin içinde bir stara dönüştürür.
Gece, Melek ve Bizim Çocuklar (Yön: Atıf Yılmaz, 1994)
Türk sinema tarihinde cinselliğin ağır bastığı 90’larda dostluk, güldürü ya da özür anlatılarının ötesine geçen Atıf Yılmaz, cinselliği üzerine düşünülmesi gereken bir tema olarak ele alır. Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’ın yanı sıra Düş Gezginleri (1992) filmi de bu yıllara rastlar. Hayattan sunduğu gerçek kesitlerle, toplumda tabu hâline gelmiş konuları aşk ve dayanışma temelinde ele alan, gösterildiği televizyon kanallarında defalarca sansüre uğrayan Gece, Melek ve Bizim Çocuklar, Beyoğlu’nun karanlık arka sokaklarındaki transların, hayat kadınlarının ve “öteki”lerin içten hikâyesidir. Eril bir bakış açısıyla çekildiği yönünde eleştirilere maruz kalsa da, benim için Türk sinema tarihinin ve Atıf Yılmaz sinemasının mihenk taşlarındandır.
Ahmet Toğaç – 1995
Underground (Yön: Emir Kusturica, 1995)
Yugoslavya’ya yakılan koca bir ağıt… İkinci Dünya Savaşı, Yugoslavya ve Balkan Savaşları gibi kavramlar lise yıllarımda kulağıma çalınmaya başlarken, herkes gibi bir taraf olma eğilimi içindeydim. Underground’un yanılgı ve gerçeklik yaklaşımının tüm bu “taraf olma” dürtülerimi yerle bir ettiğini anımsıyorum. İçeride kalanlar, dışarıda gezenler, arşivlere karışanlar, savaşanlar, şarkı söyleyenler, bir toprak parçasıyla ıssızlaşanlar… Ve her şeyin sonunda şu cümle aklıma kazınıyor: “Bir zamanlar, bir ülke vardı.”
Ulysses’ Gaze (Yön: Theodoros Angelopoulos, 1995)
Farkında olmadan yine Balkanlar’a gitmişim, Theodoros Angelopoulos ile. Hatırlamaya çalışmak ve arşiv tutmak üzerine bir film olan Ulysses’ Gaze, Manaki kardeşler bağıyla Türkiye sinema tarihiyle de bir köprü kurar. İsimsiz bir starı/sinemacıyı izliyor, Eleni Karaindrou dinliyor ve Balkan sokaklarında dolaşıyorum ya da serbest çağrışımlarla hafızamda yolculuk yapıyorum. Bu iki fikirle filmin içinde dolaşıyorken, belki de evine dönmek için yolculuk yapan Ulis biz izleyicilerden biridir. Asla yaşamadığım bir nostaljiyi neredeyse özümseyerek bir Angelopoulos dramasına bakmayı ve onun sinemasına bakışın nasıl olması gerektiğini sezmeye başladığım bir film Ulysses’ Gaze.
Seven (Yön: David Fincher, 1995)
Aldığım reji ve sinematografi derslerinde tekrar tekrar deşifre edilen bir film olmuştu benim için Seven. Bu yüzden filmin hissini hatırlamaktansa, Fincher’ın estetik tercihleri zihnimde daha canlı duruyor. Bakışlar-duruşlar, sıkışıklıklar-açıklıklar, konuşmalar-bekleyişler ya da duyguları yaratan her ne varsa… Teknik icadın en yetkin kullanımlarından birinin yine 1995’e ait olması, küçük de olsa gururlanmama yetiyor.
Gizem Uğur – 1996
Scream (Yön: Wes Craven, 1996)
Wes Crevan’ın yönetmen koltuğunda oturduğu korku türündeki Scream, Hitchcock’un en bilindik örneklerini verdiği slasher film türünün 90’larda yeniden canlandırılmasını sağlamıştır. Örnekleri arasında başarıyı yakalamış yapımlardan biri olarak 2000’li yıllarda da devam filmleri çekilmiştir. Scream benim için korkuyu kara mizahla harmanlayan en iyi örneklerden biri.
Nun Va Goldoon (Yön: Mohsen Makhmalbaf, 1996)
1996’da izleyicisiyle buluşan film, İran sinemasının en iyi örneklerinden biri olarak gösterilir. Ağır temposunu İran’ın siyasi-politik tarihinden beslenen hikâyesiyle dinamik hâle getiren film, izleyiciyi İran kültürü, gündelik hayatı ve coğrafyası içinde bir yolculuğa çıkarır. Özellikle diyaloglar, filmin İran sinemasının en iyi örneklerinden biri olma sebebini açıklar.
Romeo + Juliet (Yön: Baz Luhrmann, 1996)
Klasik ya da modern diyebileceğimiz pek çok farklı yorumunu gördüğümüz Romeo ve Juliet’in trajik hikâyesini, bu sefer Baz Luhrmann’ın objektifinden izleriz. Luhrmann, bu eski aşk hikâyesini günümüz Miami’sine taşır. Film, anlatıyı ateşleyen pek çok absürtlük barındırır ve alışkın olduğumuz Romeo ve Juliet örneklerinden farklı bir üslup ile hikâyeyi izleyicisine aktarır. Romeo ve Juliet modern çağda, Amerika’da yaşasaydı neler olurdu bilmek isterseniz, Luhrmann’ın Romeo ve Juliet uyarlamasını izlemeden geçmeyin derim.