
- The Rover (2014) ve “Çöküş” Üzerine - 14 Şubat 2022
- Begin Again ve Once: İmkânsız Karşılaşmalar ve Yarım Kalan Aşklar - 13 Nisan 2021
- Kısa Film Önerisi: Actor Seeks Role (2015) - 24 Ocak 2021
- Stanley Kubrick ve Bir Auteur Filmi Olarak A Clockwork Orange (1971) - 22 Eylül 2020
- Vampirler ve Ölümsüzlüğün Dayanılmaz Ağırlığı: Only Lovers Left Alive (2013) - 14 Haziran 2020
- Gone Girl (2014): Bir Tuhaf Evlilik - 6 Mayıs 2020
- Üçüncü Yenilerden Melodiler - 7 Eylül 2019
- Bir Radiohead Hikâyesi: Creep Neden Hâlâ Önemli? - 30 Ağustos 2018
- Kadın Vokallerin Yükselişi: İz Bırakan 11 Şarkı - 27 Haziran 2018
- Yönetmen Kadın Sette Nasıl Var Olur?: Onun Filmi (2018) Üzerine Söyleşi - 7 Nisan 2018
Macera dolu anlara özendiğimiz bir çağda yaşıyoruz. Çoğumuz Facebook’ta, Instagram’da heyecanlı yaşamların donmuş anlarını takip ediyor, kendi yaşamlarımız için de benzer hayaller kuruyoruz. Sessiz, monoton, sıradan dakikalara, saatlere, günlere sabrımızın kalmadığı bir dünya bu. Yeni bir varoluş tanımlanıyor adeta, sıkıcı gerçeğin sümen altı edildiği bir illüzyonun büyüsüne kapılıyoruz. Hâlbuki çoğumuz hayatın gerçeğini biliyor, sıradanlığını çok iyi tanıyoruz. “Anomali” kelimesi de benim için böyle bir dünyadan. Başka bir deyişle insanlığın varoluşsal kâbusundan kaçışını simgeliyor aslında. Normal dışı, gerçek dışı, sıkıcı olmayan, monoton olmayan, adına ne dersek diyelim, bize umut veren bir illüzyonu ifade ediyor.
Bugüne kadar yazdığı Being John Malkovich (1999), Adaptation (2002) ve Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2014) gibi filmlerle varoluşsal krizlerimiz üzerine çokça kafa yormuş bir yazar Charlie Kaufman. Yönetmenliğini Duke Johnson’la birlikte yaptığı son filmi Anomalisa (2015) da aynı temayı bu sefer oldukça farklı bir teknikle anlatma peşinde. Stop-motion animasyon tekniği ile çekilen bu film, aslında tam da bahsettiğim o “anomali” kavramı üzerine birkaç kelam söyleyebilmek adına bizleri pek eşi benzeri olmayan sürreal bir yolculuğa çıkarıyor.
Hikâyemizin ana karakteri Micheal Stone müşteri hizmetleri üzerine uzmanlaşmış, bu konuda motivasyon kitapları yazan ve Amerika’da yaşayan evli bir İngiliz. Her şey vereceği bir seminer için Cincinnati’ye gitmesiyle başlıyor. Bu şehir onun için herhangi bir yer değil, terk ettiği eski sevgilisi Bella hâlâ bu şehirde yaşıyor ve bu yolculuk elbette ona eski yaşananları hatırlatıyor. Aklında onu arayıp özür dilemek var, uçaktayken ondan kalan son mektubu okuyor. Micheal profesyonel hayatında insanlara nasıl motive olacaklarını anlatıyor olsa da, ironik bir şekilde üzerine çökmüş ağır bir depresyonla yaşıyor. Onun için işi, evliliği yani kısaca hayatı sıkıcı, monoton bir hâl almış. Belki de Bella ile tekrar konuşabilse geçmişte yaptığına inandığı hatayı düzeltebileceğine inanıyor. Kaldığı otelde buluştuklarında ise bunun bir yanılgı olduğunu fark etmesi çok uzun sürmüyor.
Michael’in kaldığı otelin ismi Fregoli. Bu isim psikoloji alanı ile haşır neşir olanlanlar için pek yabancı değil aslında. Fregoli sendromu yaşayan kişi tanıştığı herkesin aslında aynı kişi olduğuna, kılık değiştirdiklerine ve onun peşinde olduklarına inanıyor. İsmini böylesi bir sendromdan alan otelin, film için önemli bir metafor olduğunu fark etmek zor değil. Otel bir bütün olarak, sıradanlığı, monotonluğu ve sıkıntıyı temsil ediyor. Özellikle Michael’in odasında geçirdiği ilk akşam neredeyse seyirciye gerçek zamanlı yansıtılıyor, böylece biz de aynı sıkıntıyı onunla birlikte deneyimliyoruz.
Michael’le birlikte tüm karakterlerin kuklaya benziyor olması da yine Fregoli sendromunu akıllara getiriyor. Michael’in gözünden bakıtğımız dünyada herkes birbirine benziyor, sanki bir kuklacı tarafından yönetilen robotvari insanlarla çevrili bir dünya… Ama bana kalırsa filmin en sarsıcı yanı Kaufman’ın bu aynılık hissini yaratmak için ses öğesini kullanma biçimi. Anomalisa‘nın başından itibaren Michael dışında kadın erkek herkes aynı erkek sesi tarafından seslendiriliyor. Herkesin aynı ses tonuyla, aynı şekilde, aynı vurgularla konuştuğu bir dünya zaman geçtikçe kâbusvari bir atmosfer yaratıyor. Ta ki Michael otel odasında duş sonrası aynada kendine bakarken Lisa’nın sesini duyana kadar.
Fakat söz konusu andan hemen önce oldukça tuhaf bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Michael aynada kendine bakarken kuklaya benzeyen eklemli yüzüne bir şeyler oluyor. Adeta bir kendine yabancılaşma, korkunç gerçekle karşı karşıya kalma anı bu. Sonrasında koridordan gelen bir kadın sesi duyuyoruz. Michael heycanlanıyor, farklı bir ses, farklı bir insan… Koşarak odadan çıkıyor ve Lisa’yı buluyor. Onun kendisine hayran bir müşteri temsilcisi olduğunu öğreniyor ve işte bu an, aslında kâbustan fanteziye kaçışın da başlangıcı oluyor.
“Kâbustan kaçış senaryoları genelde iki paralel evren sunar bizlere”
Kâbustan kaçış senaryoları genelde iki paralel evren sunar bizlere; gerçek ve fantezi. The Matrix‘te (1999) Neo’nun, kâbus hâline gelen dünyasından kaçabilmek için karşı karşıya kaldığı mavi ve kırmızı hap sorunsalı bu yol ayrımının en bariz örneklerinden biridir. Her ne kadar bize Neo’nun yaşadığı dünyanın bir hayal olduğu söylense de, bana kalırsa bu kabul edilmek istenmeyen sıkıcı ve korkunç gerçeğin inkârından ibarettir. Böylece kahramanımız bu kâbusu geride bırakmak için daha heyecanlı olan fantezisine doğru yol alır. David Lynch’in filmlerinde de benzer bir tema ile karşılaşırız. Lost Highway‘de (1997) karısını öldüren Fred, bu kâbusa dayanamadığı için kendine alternatif bir fantezi dünyası yaratır ve korkunç gerçekten kaçmayı seçer. Fakat her iki örnekte de kaçılan fantezi dünyaları sonunda terk ettikleri gerçekten çok daha korkunç bir kâbusa dönüşmeye başlar. Anomalisa da benzer bir kaçış teşebüssünü ve bu teşebbüsün sonuçlarını gözler önüne seriyor aslında.
Michael, Lisa’da farklı bir gerçek bulduğuna, onu anlayan “gerçek” bir insanla tanıştığına inanmaya başlıyor. Bu nedenle de ona “anomali” kelimesinden yola çıkarak “Anomalisa” ismini takıyor. Anomali elbette herkesten farklı, sıkıcı olmayan bir değeri temsil ediyor onun için. Geceyi beraber geçiriyorlar. Fakat ertesi sabah hiç tahmin etmediği bir şey gerçekleşiyor. Lisa’nın sesi yavaş yavaş değişmeye başlıyor ve herkesinki gibi bir erkek sesine dönüşüyor. Nihayetinde o da herkes gibiymiş diye düşünüyor kendi kendine, aslında onun da diğerlerinden hiç bir farkı yokmuş. Gerek eski sevgilisi Bella’yı ararken gerekse Lisa’yla konuşurken Michael, fantezisinde kurduğu o kusursuz romantik aşkı, yalnızlığından, varoluşunun hapishanesinden kaçmak için bir yol olarak görüyor. Bunun bir sanrı, bir illüzyon olduğunu ise çoğumuz gibi insanların kalbini boş yere kırarak, zor yoldan anlıyor. Kâbustan beter bu fanteziyi geride bırakıp kendi sıkıcı ve monoton hayatına geri dönüyor.
az önce bitirip izlediğim film o kadar çok etkiledi ki beni hemen filmi araştırmak istedim ve izlediğim şeyin açıklamasını öğrenmek istedim. Ruh ve sinir hastalıkları dersi alan bir öğrenciyim 2 gün önce rol play de michael stone karakterinin özelliklerinde bir hastayı temsil etmem gerekti. Ne yapacağımı bilmeden oynamıştım şu anda karşıma çıktı izledim. Anlatmam gereken şey meğerse buymuş. Bu yazı da çok iyiydi çok teşekkürler.