
- Vuslat Çamkerten ile Söyleşi: “Anlatmak İstediğim Hikayeler Dilimi Belirler” - 4 Haziran 2022
- Beş Maddede Şehrin “Öteki” Yakası: Toz Bezi (2015) - 5 Mayıs 2021
- The Maltese Falcon (1941): Kötünün Aydınlık Tarafı - 4 Nisan 2021
- Nesimi Yetik ile Söyleşi: “Hep Kazanırsın Ey Çözümsüzlük” - 20 Ekim 2020
- Eylem Kaftan ile Kovan (2019) Filmi Üzerine Söyleşi: “İnsan Her Şeyden Önce Kendisine Yabancı” - 28 Eylül 2020
- Ceviz Ağacı (2020): Babanın Aynasında Kendini Görmek - 23 Ağustos 2020
- Kafanın Kafa Olmaya Devam Ettiği Sanat Pratiği: Masklar ve Çocuk Sanatı - 3 Temmuz 2020
- Ressam Beşir Bayar ile Söyleşi: “Her Dönem Kendi Sanat Dilini Oluşturur” - 12 Nisan 2020
- Kısa Film Önerisi: Karganın Aşınan Gagası (2019) - 25 Mart 2020
- Captain Fantastic (2016): Nike, Bir Zafer Tanrıçası Mıdır? - 9 Ocak 2020
Kahramanlarının derinlikli iç dünya tasvirleriyle angın, hayatı boyunca yalnızca insan olmayı hedefleyen Viyanalı yazar Stefan Zweig, lirizm, gerilim, olay ve davranışlar üzerinden öykülerini kurarken, onları, karakterlerinin ruh hâllerine dek inen ayrıntılarla besler. Okuyucusuna güç, inanç ve daima ‘başlama hevesi’ veren Zweig karakterleri, Almanya’da Hitler iktidarı ile birlikte kitapları yasaklanan yazarın barış ve özgürlük tutkusunun ateşleyicileridir belki de. Stefan Zweig’ın betimlemelerle zengin uzun öykülerinden biri olan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, adından da anlaşılacağı üzere, hayatı boyunca tek bir güne takılı kalmış yaşlı bir kadın olan Mrs. C.’nin, bu olayı yıllar sonra bir yabancıya anlatıp rahatlama ve özgür olma isteği üzerinedir.
Saat 12:20 treniyle Monte Carlo’ya gelen bir Fransız genç, herkesçe çok sevilir, kibar ve canayakın biri olarak karşılanır. Otel sakinlerinden Madame Henriette, tıpkı Madame Bovary gibi kocasını terk ederek bu Fransız gençle kaçınca, misafirlerce Fransız’a karşı beslenen duygular ve tepkiler bir anda negatifleşir.
“… çünkü fevkalade gergin ve olağanüstü durumlar insan davranışları üzerinde öyle bir etki yapar ki, ne bir resim ne de bir söz onu aynı şimşek hızıyla tasvir edebilir.” Madame hakkındaki aşağılayıcı suçlamalar, dedikodular, yıldırım aşkının bir aldanış olduğunu söyleyen konuklar, kaçışın önceden planlı olduğunu düşünenler derken, aslında herkes tek bir şeyi anlayamaz; nasıl olur da evli ve çocuklu bir kadın, üç saatlik bir konuşma süresi kadar tanıdığı bir yabancıyı ailesine tercih eder?
Gözlerini kapatıp aldatmak mı yoksa içgüdülerini özgürce ve cesurca dışa vurup, yıllardır mutsuz süren bir hayatı isteğin yönünde çevirmek mi daha büyük suçtur? “Gentlemen, please.” sedalarının yanına, ‘doğasında orospuluk yatan’ kadınların varlığına inanıp öfke duyan nidaları da yerleştiren Zweig, ahlak kavramı üzerine yerleşik düşünceleri de diyaloglar aracılığıyla sorgulatır. Madame Henriette’in kaçışı, yalnızca hikâyenin ana karakterine geçiş yapmamıza ve hikâyenin üzerine kurulu olduğu sac ayaklarından birini anlamamıza vesile olur.
Mrs. C.,bir İngiliz asilzade, namıdiğer gri gözlü kadın, Madame Henriette’in kaçışından sonra onu suçlayanları desteklerken, anlatıcımız, Madame’ın duygularının yanında, diğer herkesin karşısında yer alır. Bu saygı duyan yönüyle de yaşlı kadının ilgisini çeker. Anlatıcı ile Mrs. C.’nin arasında kurulan tuhaf yakınlık, Mrs. C.’nin yıllardır içinde tuttuğu ve unutamadığı olayı zihninden atmak istemesi, bunu da ancak bir yabancıya sırtında taşıdıklarını dökerek yapabileceğini düşünmesi neticesinde geçekleşir. Ana karakterimiz ve yeni anlatıcımız bir anda Mrs. C. oluverir. Okuyucu Madame Henriette’e ne olacağını düşünürken, Zweig öyküsünü yeni bir soruyla genişletir: Mrs. C.’nin hayatı boyunca unutamadığı bu olay nedir?
“Çünkü size anlatmak istediğim şey, altmış yedi yıllık yaşamımın sadece yirmi dört saatlik bir dilimidir.”
Mrs. C.’nin hikâyesini anlatırken başvurduğu tasvirler, örneğin kumarhane masalarında, “her biri atlamaya hazır vahşi bir hayvan gibi, farklı biçimde ve renkte, çıplak, yüzüklü, kıllı, kıvrak, gergin ve sabırsızlıkla titreşen eller”, okuyucunun zihninde canlanan kasino resmini ustalıkla bezer. Ölen eşinin tutkusu olan kasinodaki oyuncuların ellerini gözlemleyerek onların ifadelerini ve düşüncelerini ellerinden anlayan, ellerinden yola çıkarak taktıkları maskeleri zihninde düşüren bu kadın, yirmi üç yıllık eşinin ölümünün ardından melankolik bir hâle bürünmüştür.
Bir gün Monte Carlo’da akrabası ile yediği yemek sonrası kasinoda rastladığı bir el, uzun zaman sonra içinde elin sahibine bakma isteği uyandırır ve kadının hayatını değiştiren o 24 saat başlar. Aynı zamanda Zweig’ın, her biri kısıtlı bir zaman diliminde geçen öykülerine bir yenisi eklenir. Mrs. C.’nin betimlemeleriyle aktarılan, el hareketleriyle kişiliğine ve ruhani dünyasına aşina olduğumuz bu genç adam ile anlatıcı üzerinden özdeşim kurarız.
“İçinde yaşam belirtisi olan her şey korkuyla başını eğiyor, kaçışıyor ve korunacak bir saçak arıyordu. Sadece bankın üzerindeki bu kapkara insan yığını kımıldamıyor ve hareket etmiyordu.”

Hikâyenin merak uyandıran, tıpkı kadının, adam elindeki son parayı da kumarda kaybedince kendini öldürecek korkusuyla peşine takılması gibi hikâyenin peşini bırakmamızı engelleyen şey, damla damla düşen kelimelerin gittikçe akan bir nehre dönüşmesidir. Kendilerini bir başkasıyla içselleştirdikleri için sizin de kendileriyle içselleşmenizi kolaylaştıran karakterler, Zweig’ı anlayarak okumanız için belki de tek nedendir. Hikâyelerini karamsar finallerle aralık bırakan yazar, o aralıktan girerek umudu aramanızı ister.
Hiçbir hareketin, sözün, anın, resmin, mimiğin tarif edemeyeceği yorgunluğu, bitkinliği ve umutsuzluğu, Zweig şiddetli yağmurun altında kendini banka bırakmış hareketsiz bir adam ile en güzel şekilde anlatır. Kelimelerle dans eden yazar, hikâyenin orta yerine bıraktığı sessiz ve ıssız bir adamla suskunluğu da konuşturur. Peki hikâyenin sonunda kelimeler hangi duyguya varacaktır?
Monte Carlo’da karşılaşan bu iki kişiden biri umutsuz, diğeri ise yaşama amacını kaybetmiştir. Kadın kendinden vererek, kendisini yok etmek üzere olan bir adama engel olurken, farkında olmadan seneler sonra bile unutamayacağı bir 24 saate girer. Hikâye içinde sürekli bir başkası diğerinin hikâyesini aktarmasına rağmen, ikincil tanıklardan okuduklarımız birinci anlatıcıdan aktarılmışçasına detaylarıyla geçer.
Kırk yıldır sürdürdüğü burjuva hayatında edinemediği deneyimi, on saat içinde edinen kadın da, elindeki her şeyi kaybetmiş biçare adam da tutkularının kurbanıdır. Adamı tekrar hayata döndüren kadının elinde son kalan ise hayal kırıklığı olacaktır. Adamın başladığı yere dönen Mrs. C., ahlak, inanç, tutku, bağımlılık, umutsuzluk, nefret üzerine cümleler kurduran 24 saatiyle, Zweig’ın derin, ikircikli karakterleri arasında yerini alır.
Lyon’da Düğün (1992), Satranç (1997), Amok Koşucusu (2000), Rotterdamlı Erasmus (2008) gibi eserleriyle öne çıkan Zweig, bu defa bir kadının, içindekileri bir yabancıya anlatarak ruhundaki taşı geçmiş kötü anılarının üzerine yuvarlama hevesini sayfalara döker. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, geçmişi kendi içimizde affedip yeni bir yola girmenin hikâyesidir. En çoksa anlatarak özgür kalmanın. Bizi okur konumundan dinleyici konumuna geçiren hikâye, anlatıcı olmamız konusunda da ısrarcıdır.